• İmam Gazali Hz' den Tövbe Etmek ve Güzel Ahlak Üzere Olmak
2103.2018

İmam Gazali Hz' den Tövbe Etmek ve Güzel Ahlak Üzere Olmak

Tövbe Etmek ve Güzel Ahlak Üzere Olmak Hakkında Hadisi Şerif, Ayet ve Kıssalar

Bil ki, din makamlarının birincisi yakın ve ma’rifettir. Ma’rifetten korku; korkudan zühd, sabır, tövbe, sıdk, ihlâs, zikre ve fikre devam doğar. Bundan da üns ve muhabbet hâsıl olur. Muhabbet makamı, makamların sonudur. Rızâ, tevfîz (her işi Allaha bırakma) ve şevk zâten muhabbete bağlıdırlar. Demek ki, kendini ve Rabbini bilmek demek olan ma’rifet ve yakînden sonraki saadetin sermâyesi, aslı havftır (korkudur). Ondan sonra olanlar, onsuz olmazlar. Bu havf (Allah korkusu) üç yolla elde edilir:

1. Kendini ve Rabbini bilen havf (korku) üzere olur.

2. Havf (korku) sahibi olan kimseler ile sohbet etmek. Gâfil olanlardan -uzak durmak.

3. Havf sahibi olanların hâllerini (menkıbelerini) dinlemek veya böyle olan zâtların yazdığı kitapları, okumak.

Tövbe etmek: Tövbe; Allahü teâlâya sığınmak, Allahü teâlâya dönmektir. Hiç bir insan tövbenin dışında kalamaz. Çünkü yaratılmasından yok olmasına kadar günah işlememek meleklere mahsûstur. Ya’nî melekler hiç günah işlemezler. Hep günah ve isyan içinde olmak, Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymamak şeytana mahsûstur, onun hâlidir. Günah işlemekten tövbe etmek ise insanlara mahsûstur. Allahü teâlâ bütün insanlara tövbeyi emrediyor ve meâlen; “Ey mü’minler sizden meydana gelen kusurlardan Allaha tövbe ve rücû ediniz ki, felah bulup dünyâ ve âhıret saadetine kavuşasınız” buyurdu (Nûr-31). Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Güneş batıdan doğmadan önce tövbe edenin tövbesi kabûl olur.” Yine hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: “Allahü teâlâ, can boğaza gelinceye kadar tövbeyi kabûl eder”, “Allahü teâlâ, gündüz günah işleyip, geceleyin tövbe edenin tövbesini kabûl etmekte ve gece günah işleyip, gündüz tövbe edenin tövbesini kabûl etmekte kerem sahibidir. Güneş batıdan doğuncaya kadar böyledir”, “Günâhı olmayan hiçbir insan yoktur. Fakat günahkârların en iyisi tövbe edenlerdir”, “Günahtan tövbe eden, hiç günah, işlememiş gibidir.”

 

Tövbenin başı ma’rifet ve îmân nûrudur. Günahların öldürücü zehir olduğu bu nûr ile görülür. Kendi hâline bakıp bu öldürücü zehirden çok yuttuğunu ve ölmeye yaklaştığını gören kimse, muhakkak pişman olur ve içine bir korku düşer. Aynen zehir içip de, ister istemez pişman olan, üzülen ve korkan kimsenin hâli gibi olur. Bunun için içtiği zehiri kusmaya mi’desinden çıkarmaya çalışır. Bu korku sebebiyle ilâç ve tedâvi ister, işte, şehvetle (nefsin kötü isteklerine uyarak) yapılan işler, içinde zehir olan bal gibi görünür. Çünkü o ânda tatlıdır. Ne olduğu sonunda anlaşılır. Böyle olunca içine bir korku düşer, yaptığına pişman olur. Kendini ölüm tehlikesinde görür; bu korku ve pişmanlık ateşiyle şehvetlerine karşı meylinden ve günahlarından dolayı yanıp üzülür. Şehvet, hasret hâline döner. Hâlini düzeltmeye ve gelecekte bir daha yapmamaya azmeder. Cefâkârlığı bırakıp, vefakâr olur. Bu hareket ve duruşlarını kontrol eder. Önceden oyun ve neş’e ile gaflet içinde idi. Şimdi gözü yaşlı, üzüntülü ve korkuludur. Önceden gâfil kimseleri severken, şimdi ma’rifet sahibi olan kimseleri sever. O hâlde tövbe, pişmanlıktır ve aslı (başı) ma’rifet ve imân nûrudur. Neticesi, hâllerini kontrol etmek ve düzeltmek, günahlardan, dîne uymayan şeyleri yapmaktan sakınmak, iyi işler ve itaat yapmaktır. Her zaman tövbeye ihtiyâç vardır. Bunun için Süleymân-ı Dârânî hazretleri buyurdu ki: “Kul, hiçbir şeye ağlamayıp, sâdece bugüne kadar ömrünün boşa geçen zamanları için ağlasa, ölünceye kadar bu üzüntü ona yetişir.” O hâlde, geleceğini de boş şeylerle harcayacak olan kimseye ne denilebilir? Evet, çok kıymetli bir mücevheri olan bunu kaybedince üzülür, ağlar. Bir de kaybettiği için eziyet veya ceza görecekse, daha çok ağlar, ömürden herbir nefes, ebedî saadeti ele geçirten bir cevherdir. Bir kimse kendini helak eden bir günah ve hatâ işleyip, bunu anlayınca ne hâle düşer! Bu öyle bir musibettir ki, üzülmenin fayda vermediği zaman anlaşılır. Meâlen; “Sizden birinize ölüm gelip de, “Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka versem ve sâlihlerden olsam” demezden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın.” (Münâfikûn-10) buyurulan âyet-i kerîmeyi âlimler şöyle tefsîr etmişlerdir. Kul ölürken can alıcı meleği görür ve ölümün geldiğini anlar. Kalbine derin ve bitmeyen bir üzüntü çöker ve der ki, “Ey Melek-ül-mevt, bana bir gün müddet ver tövbe edeyim, af dileyeyim.” ölüm meleği der ki, “Önünde nice günler vardı. Bugün ömrün bitti. Hiç kalmadı.” Tövbe etmeden ümitsizlik şerbetini içerse, imânının aslı sarsılmaya başlar. Eğer, Allah korusun ezelde şakiliğine hükmedilmişse, şüphesiz imânı tehlikededir ve bedbaht olmuştur. Ezelde de saadetine hükmedildiyse, îmânının aslı selâmette kalır. Allahü teâlâ meâlen buyurdu ki: “Ölüm ânına kadar kötü amel işleyenlere tövbe fayda vermez, ölümü görünce, şimdi Allaha sığınayım tövbe edeyim der” (Nisâ-18). Denilmiştir ki, Allahü teâlânın her kul ile iki sırrı vardır. Biri doğduğu zamandır ki, Allahü teâlâ kuluna, “Seni temiz ve düzgün yarattım, emânet olarak sana bir ömür verdim, ölüm zamanına kadar çok dikkat et. Emâneti geri vereceksin” buyurdu. İkincisi ölüm zamanındadır ki, Allahü teâlâ buyurur ki, “Kulum, o emânetle neler yaptın. Koruduysan karşılığını bulursun. Zayi ettiysen, hazır ol ki, Cehennem bekliyor!”

 

Tövbe, şartlarına uygun yapılırsa kabûl edilir. Tövbe ettiğin zaman, kabûl edilip edilmeyeceğinden şüphe etme. Tövbenin, şartlarına uygun olup olmadığından şüphe et. İnsanın kalbinin hakîkatini, beden ile olan bağlılığını ve alâkasının ne olduğunu Allahü teâlâ ile ilgisinin ne yolda olduğunu bilen ve kendisini bundan, alıkoyan sebeplerin neler olduğunu bilen, bu sebebin günah olduğunu ve Allahü teâlâ ile arasındaki perdeyi kaldırma yolunun makbûl tövbe olduğunda şüphesi olmaz. Çünkü insanın kalbi, aslında melekler cevheri cinsinden bir cevherdir. Bir ayna gibidir. Bu âlemin dışına çıkınca ve bu dünyâdan kurtulunca pas tutmaz. İşlenen her bir günah ise, bu aynaya bir leke ve bir kararma yapar. Her iyi amel de, kalb aynasına bir nûr, bir parlaklık verir. Günah ve zulmet lekelerini siler. İyi amellerden hâsıl olan nûrlar ve günahlardan hâsıl olan karartılar, kalb aynası üzerine birbiri arkasından gelir. Karartı çok olur ve tövbe ederse, iyi amellerin nûrları o karanlığı bastırır, kalb kendi temizliği ve saflığında kalır. Fakat günahlara iyice dalıp, kalb cevheri pas tutar ve bu kir, içine işleyip kalbi temiz kalmazsa, kalb, temizliğine saflığına dönemez. Paslar, aynanın derinliğine işlemiş, ayna gibi olmuştur. Böyle bir kalbden, dil ile tövbe ettim deyip, kalbin bundan habersiz kalmasından başka bir tövbe hâsıl olmaz. Böyle tövbe de kalbe te’sîr etmez. Kirli elbise sabunla yıkanıp temizlendiği gibi, kalb de iyi amellerin nûrlarıyla günah karanlığından temizlenir. Bu sebeple Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Her kötülükten sonra, bir iyilik yap. Onu mahveder” ve “Göke ulaşacak kadar çok günah işlesen de tövbe ile affolunur.” Yine buyurdu ki: “Kul vardır ki, günahı sebebiyle, Cennete girer.” “Nasıl olur?” denildikte, “Bir günah işler ve tövbe eder ve Cennete girinceye kadar o günâhı işlediğini, unutmaz (pişman olur).” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Şeytan, keşke onu günaha sokmasaydım, der.” Bir hadîs-i şerîfte de: “Su, elbisenin kirini temizlediği gibi, sevâblar da günahları siler, süpürür.” Yine buyurdu: “Şeytan mel’ûn olduğu zaman, Allahü teâlâya: (izzetine yemîn ederim ki, canı bedeninde olduğu müddetçe insanın kalbinden dışarı çıkmam) dedi. Allahü teâlâ: (Canı bedeninde olduğu müddetçe tövbesini bağlamam)” buyurdu. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna bir Habeşli geldi ve: “Çok günahlar işledim, tövbem kabûl olur mu?” dedi. “Kabûl edilir” buyurdu. Giderken geri dönüp: “O günahları işlerken Allahü teâlâ beni görüyor muydu?” dedi. “Görüyordu” buyurdu. Habeşli, feryâd etti, düştü ve can verdi. Fudayl bin Iyâd ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ peygamberlerden (aleyhimüsselâm) birine buyurdu ki: Günahkârlara müjde ver, tövbe ederlerse tövbelerini kabûl ederim. Sıddîkları korkut, eğer onlara adâletle iş yaparsam hepsine ceza veririm.” Talk bin Habib buyurur: “Allahü teâlânın hakkı, yapılabilenden üstündür (daha çoktur). Her sabah tövbe ile kalkınız ve gecede tövbe ile yatınız.” Habîb bin Sâbit ( radıyallahü anh ) buyurur “Günahları kula gösterilir. Bir günâha gelir ki, “Ah, dâima senden korkardım” der. Ondan korktuğu ve pişman olduğu için o günâhı affedilir.” Benî-İsrâil’de birinin çok günâhı vardı. Tövbe etmek istedi. Kabûl edilip edilmeyeceğini bilemedi, Zamanın en çok ibâdet edenini ona anlattılar, ya’nî gitmesini söylediler. Ona gidip: “Günâhım çoktur. Doksan dokuz kişi öldürdüm. Tövbem kabûl olur mu!” diye sordu. Hayır, olmaz dedi. Onu da öldürüp yüze tamamladı. Sonra ona zamanın en âlimini haber verdiler. Gitti ondan sordu, ve: “Yüz adam öldürdüm, tövbem kabûl olur mu?” dedi. “Olur, fakat bulunduğun yer fesat yeridir. Başka tarafa gitmelisin. Filân memlekete git, orası iyidir” dedi. Oraya giderken, yolda öldü. Azâb ve rahmet melekleri anlaşamayıp, her biri bize âittir, dediler. Allahü teâlâ, öldüğü yerin ölçülmesini buyurdu. İyi tarafa bir karış daha yakın bulundu. Rahmet melekleri rûhunu götürdüler. Bundan anlaşılıyor ki, günah kefesinde hiç günah bulunmamak şart değildir. Fakat az da olsa, iyilik ve sevâb kefesinin ağır olması lâzımdır ve bununla kurtulabilir.

 

Tövbenin esâsı, pişmanlık neticesi meydana gelen bir irâdedir. Pişmanlığın alâmeti dâima üzülmek, hasret çekmek, keşke yapmasaydım demek, işi; ağlamak ve yalvarmak üzere olmaktır. Çünkü kendisini helak oluyor gören nasıl üzülmez, nasıl yanmaz? Eğer çocuğu hasta olsa, bir Hıristiyan doktorunun, bu hastalık tehlikelidir ve öldürebilir dediği zaman, babanın kalbine bir ateş ve üzüntü düşeceği bilinmektedir. Hâlbuki kendini çocuğundan çok sevdiğini de bilir. Allahü teâlânın ve Resûlullahın ( aleyhisselâm ), hıristiyan doktorundan daha doğru sözlü olduğunu da bilir. Âhırette helak olmak, Cehenneme gitmek korkusu, ölüm hastalığından daha büyüktür.

Günah işletmeye sebep olmak, hastayı öldürmeye sebep olmaktan daha çok Allahü teâlânın gazâbına sebep olur. Eğer bundan bir korku ve üzüntü doğmuyorsa, îmân, henüz günah âfetlerinden kurtulamamıştır. Bu korku ve üzüntü ateşi ne kadar kuvvetli olursa, günahların keffâretine te’sîri de o kadar büyük olur. Çünkü günah sebebiyle kalbe yerleşen karartı ve paslar, üzüntü ve pişmanlık ateşinden başkasıyle temizlenmez. Bu yanma esnasında kalb, saflaşmaya ve incelmeye başlar. Hadîs-i şerîfte: “Tövbe edenlerle oturunuz, onların kalbleri daha ince olur” buyuruldu. Kalb, ne kadar temiz ve saf olursa, günahtan o derece nefret eder ve günahların tatlılığı kalbe acı gelir. Benî-İsrâil’den birisinin tövbesinin kabûlü ve affedilmesi için o zamanın peygamberi duâ etti. Vahiy geldi ki: “İzzetime yemîn ederim ki, bütün göklerde olanlar ona şefaat etseler, o günah onun kalbine tatlı geldiği müddetçe kabûl etmem.”

 

Günah, her ne kadar yaratılış icâbı isteniyorsa da, tövbe eden için zehir katılmış bal gibidir. Bir defa ondan ağzına koyup, büyük sıkıntılar çeken, ikinci defa onu düşününce, ondan nefret etmesinden dolayı tüyleri diken diken olur. O tatlılığını istemek zararı, korkusuyla kalkar, işte bu acılığı bütün günahlarda bulmak lâzımdır. Çünkü işlediği günâhın zehir olması, Allahü teâlânın o günahtan gadaplanmasıdır. Bütün günahlar da böyledir.

Ne için günâha devam ettiğini ve tövbe etmediğini bilmelidir. Bunun beş sebebi vardır ve herbirinin ayrı ayrı ilâcı vardır:

1- Âhırete inanmıyor veya şüphe ediyor.

2- Şehveti o kadar kuvvetlendirmiştir ki, arzularının terkini ona söylemeye dayanamaz. Lezzet ve zevki, kendini o kadar kaplamıştır ki, âhıret işinin tehlikesinden onu gâfil tutuyor, insanların çoğunun perdesi şehvetleridir. Bunun için Resûlullah ( aleyhisselâm ) buyurdu ki: “Allahü teâlâ Cehennemi yarattığı vakit, Cebrâil aleyhisselâma: “Bak” buyurdu. Bakınca: “Yâ Rabbî, izzetine yemîn ederim ki bunun nasıl olduğunu duyan buna girmez” dedi. Sonra Allahü teâlâ şehvetleri, arzuları Cehennemin etrâfında yarattı ve “Bak” buyurdu. “Bakınca korktu ve Cehenneme girmeyen bir kişi kalmaz” dedi. Allahü teâlâ Cenneti yarattı ve: “Bak” buyurdu. “Bunu duyup da bir ân evvel buna kavuşmak istemeyen bir kişi olmaz” dedi. Sonra, Cennet yolunda olan mekkâreleri (aldatıcıları) ve acı işleri, Cennetin etrâfında yarattı ve: “Bak” buyurdu. Bakınca: “İzzetine yemîn ederim ki, yolundaki sıkıntıların çokluğundan kimse Cennete giremez.” dedi.”

 

3- Âhıret borç senedi gibidir. Dünyâ ise eldeki nakit para gibidir. İnsanın yaratılışı ise peşin paraya yakın olup senet ve gözünden uzak olan, kalbinden de uzaktır.

4- Mü’min olan, hergün tövbe etmek azmindedir, fakat yarına kadar te’hir eder. Önüne çıkan her arzusu için, bunu yapayım, bir daha yapmam der.

5- Günâhın Cehenneme götüreceği muhakkak değildir. Belki af olunabilir, İnsan ise kendisi için hüsn-i zan sahibidir. Şehvet kendisini kaplayınca: Allahü teâlâ affeder deyip, rahmet ümîd eder.

Bu dünyâya sarılıp, gözden uzak olan âhıreti gönülden de uzak tutanın ilâcı, geleceği muhakkak olan şeyi gelmiş bilmektir. Şöyle ki, öleceğini gözünün önüne getirmelidir. Bu ise bugün belki şu ânda da olabilir. Eğer bütün lezzetlerini terk edemiyorsa, bir saat şehvet ve arzularına sabr edemediği hâlde Cehennem ateşine nasıl dayanabileceğini Cennet lezzetlerinden ayrılığa nasıl tahammül edebileceğini düşünmelidir. Hasta olursa ve soğuk sudan daha çok sevdiği şey olmasa, bir yahudi doktor kendisine bu su sana zarar verir dese, iyi olmak arzusuyla, o kadar istediği hâlde, suyu içmez. O hâlde, Allahü teâlânın ve Resûlünün ( aleyhisselâm ) buyurması ile, ebedî padişahlık ümidi. İçin şehvetleri terketmek daha iyidir. Tövbeyi yarına bırakana: Tövbeyi yarına bırakıyorsun, amma yarının gelmesi senin elinde değildir. Belki gelmez ve helak olursun! demelidir. Bunun için Hadîs-i şerîfte: “Cehennemdekilerin çoğunun feryadı tehir etmek sebebiyledir” buyuruldu. Yarın yaparım diyene: “Bugünkü tövbeyi, niçin yarına bırakıyorsun? Eğer bugün şehvetini terketmen sebebi ile sana zor geliyorsa, yarın da böyle olacaktır. Çünkü Allahü teâlâ, şehvetleri terketmek daha kolay olan bir gün yaratmadı. Sen, şu ağacı kökünden sök dedikleri kimsenin: “Bu ağaç kuvvetlidir, ben zayıfım durayım, seneye sökerîm” diyen kimse gibisin. Ey ahmak, bir dahaki sene daha kuvvetli olur, sen ise daha çok kuvvetten düşersin, derler. Şehvet ve arzu ağacı hergün daha çok kuvvetlenmekte, kök salmaktadır. Onu nasıl sökersin? Sen ise yapmamak sebebiyle hergün daha çok kuvvetten düşersin. Ne kadar acele edersen o kadar kolay olur” demelidir.

 

“Ben mü’minim, Allahü teâlâ mü’minleri affeder” sözüne güvenene: Affetmeyebilir de, deriz, İyi ameller yapmayınca imân da zayıflar ve ölüm zamanında, sekerât-ı mevtin fırtınasında temelinden yıkılır, gider. Çünkü îmân, suyunu iyi amellerden alan bir ağaç gibidir. Suyu kesilince, kurumak tehlikesiyle başbaşa kalır. İyi amelsiz ve birçok günahlar içerisindeki îmân, birçok hastalıkları olan hastaya benzer. Her ân helak olma korkusu vardır. Eğer îmân selâmeti ile ölürse, affedilmesi de, azâb olunması da mümkündür. O hâlde bu ümîdle oturmak ahmaklık olur. Böyle olan kimse, herşeyini kaybetmiş, çoluk çocuğunu aç bırakmış ve: “Belki bir harabeye giderler, bir hazîne bulurlar” diyen kimseye benzer. Yahut da, şehirde olan bir kimsenin, o şehri yağmaladıkları zaman kıymetli şeylerini gizlemeyip, evi öylece terkedip ve o zâlim benim evime geldiği zaman belki ölür, yahut eve girmez, yahut kör olur demesine benzer. Bunların hepsi olabilir. Affolunabilme de bunun gibidir. Fakat buna güvenmek ve tedbir almamak, tövbe etmemek ahmaklık olur.

İhlâs: Allahü teâlâ: “İnsanlar, Allaha ihlâsla ibâdetten başkasıyla emir olunmadı.” (Beyyine-5), “Hâlis din, Allah için olandır” (Zümer-3) buyuruyor. Resûlullah ( aleyhisselâm ): “Allahü teâlâ buyuruyor ki, ihlâs benim sırlarımdan bir sırdır. Onu, sevdiğim kulun kalbine yerleştiririm.” buyurdu. Mu’âz bin Cebel ( radıyallahü anh ) buyurdu ki: “İhlâs ile amel et, az da olsa yetişir.” Riyayı (gösterişi) kötülemek hakkında söylediklerimizin hepsi ihlâsla ilgilidir. Çünkü insanların görmesi, ihlâsı götüren sebeplerden biridir. Daha başka sebepler de vardır. Ma’rûf-i Kerhî ( radıyallahü anh ) kendini kamçı ile döver ve: “Ey nefsim! İhlâs üzere ol, kurtulursun” derdi Ebû Süleymân diyor ki: “Ömründe bir adım ihlâsla atmış olana müjdeler olsun. Çünkü onunla Allahü teâlâdan başkasını istememiştir.” Ebû Eyyûb-i Sicistânî diyor ki: “Niyette ihlâs, niyetin aslından zordur.” Büyüklerden birini rü’yâda gördüler. Allahü teâlâ sana ne yaptı? diye sordular. Buyurdu ki: “O’nun için yaptığım her şeyi sevâb kefesinde gördüm, hattâ yoldan kaldırdığım bir nar tanesini bile. Yüz altın kıymetinde merkebim ölmüştü, onu sevâb kefesinde görmedim. Hâlbuki evimde ölen kediyi sevâb kefesinde görmüştüm. Allahü teâlâya: “Yâ Rabbî, kediyi sevâb kefesinde görüyorum da merkebi görmüyorum” dedim. O, gönderdiğin yerdedir diye bir ses geldi ölünce, Allahın la’netine git, dedin. Allah yolunda, deseydin onu da bulurdun. Allahü teâlâ için bir sadaka vermiştim. Fakat insanlar görmüşlerdi. İnsanların görmesine sevinmiştim. Onu, ne lehimde, ne de aleyhimde gördüm.”

 

Süfyân-ı Sevrî diyor ki: Yaptığı bir işin, aleyhine olmaması kendisi için büyük saadettir. Birisi anlatır: Allah yolunda denizde harbe gitmiştim. Bir arkadaşım bir heybe satıyordu, alayım işime yarar, filân şehirde satıp biraz para kazanırım, dedim. O gece rü’yâmda gördüm ki: Gökten iki kişi indi. Biri diğerine, gazilerin isimlerini yaz ve yine yaz ki, filân kimse görmek için, filân kimse ticâret için, filân kimse de gösteriş için, desinler diye harbe gelmiştir. Sonra bana baktı ve filân kimse ticâret için gelmiştir yaz, dedi. Dedim ki, Allah Allah... Benim hâlime bir bakın; ticâret yapacak hiçbir şeyim yoktur. Ben Allah rızâsı için gelmişim. Ey şeyh! O heybeyi kâr için satın almadın mı? dedi. Bunu duyunca ağladım ve ben, kat’iyyen tüccâr değilim, dedim. Diğer meleğe: “Allah yolunda harbe gelmiştir. Yolda kâr etmek için bir heybe satın almıştır yaz! Allahü teâlâ onun hakkında nasıl dilerse öyle hükmetsin” dedi. Bunun için demişlerdir ki, ihlâsla geçen bir saat, ebedî kurtuluştur, İhlâs çok azîzdir. Demişlerdir ki ilim tohumdur, amel bitkidir, ihlâs ise onun suyudur.

Benî-İsrâil’de bir âbid vardı, ona filân yerde ağaçtan yapılmış bir put vardır. Bir kısım insanlar ona Allah diye taparlar, dediler. Kızdı ve kalktı. Baltayı omuzuna alıp o putu kırmaya gitti. Şeytan bir ihtiyâr şekline girip, onun karşısına çıktı ve nereye gidiyorsun? dedi. O putu kırıp insanları Allahü teâlâya taptırmaya gidiyorum, dedi. Şeytan: “Git ibâdetle meşgûl ol, bu senin için daha iyidir” dedi. Hayır, bu putu kırmak daha mühimdir, diye cevap verdi. Şeytan, seni bırakmam deyip kavgaya tutuştular. O âbid, şeytânı yere vurdu ve göğsünün üzerine oturdu. Şeytan, müsâade et bir söz söyliyeyim dedi, müsâade etti. Dedi ki: Ey âbid, Allahın peygamberleri vardır. O putu kırmayı dilese onlara emir verirdi. Sen bununla emir olunmadın, bunu yapma. Hayır muhakkak yapacağım, dedi. Bırakmam dedi. Yine kavgaya başladılar. Âbid yine şeytanı yere vurdu. Müsâade et bir söz daha söyliyeyim dedi. Beğenmezsen istediğini yap dedi. Peki söyle dedi. “Sen, fakir ve âbid (çok ibâdet eden) bir kimsesin, senin yükünü insanlar çekiyorlar, senin iş yapabilecek ve diğer âbidlere yiyecek ve giyecek verebilecek bir şeyin olsa, o putu kırmaktan daha iyidir. Çünkü onu kırarsan insanlar bir başkasını yontup yine yaparlar, onlara zarar vermiş olmazsın. Bundan vazgeç, hergün yastığının altına iki altın koyayım.” Âbid: Doğru söylüyor, biri ile sadaka verip, diğeri ile işlerimi görmem bu putu kırmaktan daha iyidir, ben bununla emrolunmadım, ben ne peygamberim, ne de bunu kırmakla vazîfeliyim, dedi. Böylece geri döndü. Ertesi gün yastığının altında iki altın gördü, altınları aldı. Ertesi gün yine gördü ve aldı. Kendi kendine, iyi ki o putu kırmadım, dedi. Üçüncü gün yastığının altında hiçbirşey görmedi, kızdı ve baltayı aldı. Şeytan karşısına çıktı ve nereye gidiyorsun dedi. O putu kırmaya gidiyorum, dedi. Yalan söylüyorsun, yemîn ederim ki, onu kıramazsın deyip kavgaya tutuştular. Âbidi yere vurdu. Şeytanın elinde, serçe gibi titriyordu. Geri dön, yoksa başını koyun gibi keserim, dedi. Peki döneyim; fakat o zaman iki defa ben seni yendim ve şimdi sen beni yendin, sebebi nedir? dedi. Şeytan: O zaman Allah için kızmıştın. Allah için iş yapana bizim gücümüz yetmez. Şimdi ise kendin için ve dünyâ için kızdın. Kendi arzularına uyan bizi yenemez dedi.

Güzel ahlâk: Allahü teâlâ, Muhammed aleyhisselâma meâlen buyurdu ki: “Sen güzel huylu olarak (huluk-ı azîm üzere) yaratıldın” (Kalem-4). (Huluk-ı azîm, ya’nî güzel huylar, Kur’ân-ı kerîmde bildirilen ahlâktır. Huluk-ı azîm demek. Allahü teâlâ ile sır, gizli şeyleri bulunmak, insanlar ile de güzel huylu olmak demektir. Çok kimselerin İslâm dinine girmesine, Resûlullahın güzel ahlâkı sebeb oldu.) Peygamberimiz ( aleyhisselâm ) bir hadîs-i şerîfinde buyurdu ki: “Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” Bir hadîs-i şerîfte de: “Kıyâmet günü mîzâna konan şeylerin en ağırı güzel ahlâktır” buyurdu. Biri Resülullahın ( aleyhisselâm ) huzûruna gelip, “Din nedir?” diye sordu. “Güzel ahlâktır” buyurdu. Soran kişi Resûlullahın ( aleyhisselâm ) sağından gelip, aynı şekilde sordu aynı cevâbı aldı. Solundan gelip sordu aynı cevâbı aldı. Resûlullahın ( aleyhisselâm ) arkasından gelip, aynı şeyi sorunca “Anlamıyor musun? Kızmamaktır” buyurdu. “Amellerin en üstünü nedir?” diye sorulunca da, “Güzel ahlâktır” buyurdu. Bir kişi Resûlullaha ( aleyhisselâm ) gelip, “Bana nasihat et” deyince, “Nerede olursan ol. Allahü teâlâdan kork” buyurdu. “Biraz daha nasihat et” dedi. “Her kötülükten sonra bir iyilik yap ki, o Kötülüğü silsin” buyurdu. “Biraz daha nasihat et” deyince, “İnsanlarla güzel geçin, onlara karşı güzel huylu ol” buyurdu. Bir başka hadîs-i şerîfte; “Allahü teâlâ kime güzel ahlâk ve güzel yüz nasîb ederse, Cehennem ateşi onu yakmaz” buyurdu.

 

Resûlullaha ( aleyhisselâm ) filân kadın gündüzleri oruç tutar, geceleri namaz kılar, fakat huyu (ahlâkı) kötüdür. Dili ile komşularını incitir dediklerinde, “Onun yeri Cehennemdir” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Sirkenin balı bozduğu gibi, kötü ahlâk da ameli bozar.” Resûlullah ( aleyhisselâm ) güzellik ve ahlâk bakımından ve her bakımdan insanların en üstünü idi. Duâ ederken, “Allahım, senden sıhhat, âfiyet ve güzel ahlâk isterim” ve “Allahım, yaratılışımı güzel yaptığın gibi, ahlâkımı da güzel eyle” diye duâ etmiştir. Resûlullaha ( aleyhisselâm ), Allahü teâlânın kuluna verdiği en iyi şey nedir diye soruldukta, “Güzel ahlâktır” buyurdu. Yine buyurdu ki: “Güneşin buzu erittiği gibi, güzel ahlâk günahları yok eder.” Abdurrahmân bin Semre şöyle rivâyet eder Resûlullah ( aleyhisselâm ), yanında bulunduğum bir sırada buyurdu ki: “Dün gece garîb birşey gördüm. Ümmetimden bir erkek diz üstü düşmüştü. Kendisi ile Allahü teâlâ arasında bir perde vardı. Güzel ahlâkını getirdiler, aradaki perde kalktı ve Allahü teâlâya kavuştu.” Yine buyurdu ki: “Kul, güzel ahlâkı sebebiyle, gündüz oruç tutmuş, geceleri namaz kılarak geçirmiş gibi derece kazanır. İbâdeti az da olsa yüksek derecelere kavuşur.”

 

Fudayl bin Iyâd hazretleri buyurdu ki: “Güzel huylu bir fâsıkla arkadaşlık etmeyi, kötü huylu hafızla arkadaşlık etmekten daha çok severim.” Abdullah İbni Mübârek, kötü huylu bir kimse ile yolculuk yapmıştı. Onun her dediğini yapmaya çalışıp, eziyetlerine katlanmıştı. Ondan ayrılınca ağladı. Niçin ağlıyorsun? dediklerinde, “O zavallı kimse yanımdan ayrıldı. Kötü huyu da onunla birlikte gitti. Ondan ayrılmadı” dedi. Kettânî hazretleri buyurdu ki: “Tasavvuf ehli iyi huyludur. Kimin ahlâkı senin ahlâkından güzel ise, o senden daha çok tasavvuf ehlidir.”

Hasen-i Basrî hazretleri: “Kötü huylu olan, kendine eziyet eder” buyurdu. Enes bin Mâlik buyurdu ki: “İnsan, güzel ahlâkı sebebiyle Cennetin yüksek derecelerine kavuşur. Çok ibâdet de etse, kötü ahlâklı ise, Cehennemin derinliklerine yuvarlanabilir.” Hazreti Ömer: “Güzel ahlâk ile insanların arasına karışınız. Fakat amelleriniz ile ayrılınız” buyurmuştur. Yahyâ bin Muâz buyurdu ki: “Kötü huy öyle bir günahtır ki, o kötü huyla işlenen çok iyilikler boşa gider, fayda vermez, “İbn-i Abbâs ( radıyallahü anh ): “Her binanın bir temeli vardır. İslâm binasının temeli de güzel ahlâktır” buyurdu. Atâ bin Yesâr “Yükselenler hep, güzel ahlâkları sayesinde yükselmişlerdir. Ahlâkın kemâl mertebesine, ancak Muhammed aleyhisselâm yükselmiştir” buyurdu. Allahü teâlâya ençok yaklaşanlar, güzel ahlâkta Resûlullaha ( aleyhisselâm ) en çok tâbi olanlardır.

Güzel ahlâkın çeşitli tarifleri ve izahları yapılmıştır: Hasen-i Basrî’ye, güzel ahlâk nedir? denilince, “Güzel ahlâk; güler yüz gösterip, tatlı söz söylemek, iyilik yapıp, kötülük etmemektir” buyurmuştur. Vâsıtî: “Kimseye düşmanlık etmemek ve kimsenin de düşmanlığına sebep olmamaktır. Bunu Allah için yapmaktır” diye tarif etmiştir. Şah Kirmanî şöyle demiştir: “Eziyet etmemek ve zorlukları kaldırmaktır.” Vâsıtî’nin diğer bir tarifi de şöyledir: “Darlıkta ve genişlikte insanları memnun etmektir.”

Sehl bin Tüsterî’ye güzel ahlâk nedir? diye sorulunca şöyle buyurmuştur: “En aşağı derecesi eziyete, sıkıntılara katlanmak, kötülüğe karşılık vermemek, zâlime merhamet edip, kurtulmasına çalışmak, ona şefkatle muâmele etmektir.” Bir defa da şöyle buyurdu: “Rızık husûsunda endişeye düşmemek. Rızkına Allahü teâlânın kefil olduğuna emîn olmak, O’na güvenip, sükûn ve huzûr bulmaktır. Her husûsta O” na itaat edip, isyandan sakınmaktır.” Hazreti Ali buyurdu ki: “Güzel ahlâk üç haslettedir: Haramdan sakınmak, helâli aramak ve aile efradına mümkün olduğu kadar genişlik göstermektir.” Hallâc-ı Mensûr hazretleri de güzel ahlâkı şöyle tarif etmiştir:

“Allahü teâlâyı tanıyıp, halkın eziyetine aldırış etmemektir.”

Ahlâk, nefiste yerleşmiş bir şekil ve hâlden ibârettir. Düşünüp taşınmaya lüzum olmadan, bütün işler kolaylıkla bundan çıkar. Dinen ve aklen övülen ve beğenilen işler bu hey’etten, hâlden meydana gelirse, buna güzel ahlâk denir. Kötü işler meydana gelirse, buna da kötü ahlâk denir. Nefiste yerleşmiş bir keyfiyet, hâl dememizin sebebi şöyle izah edilebilir Herhangi bir sebeple ba’zan malını ihtiyâç için sarfeden kimseye cömerttir denemez. Cömert olması için; malını infâk etmek, Allah için vermek düşüncesi ve hâli kendinde yerleşmiş, bir tabiat ve huy hâline gelmiş olması lâzımdır. Düşünmeden ve zorluk çekmeden, iyi işlerin kolaylıkla kendinden meydana gelmesini şart dememizin sebebi bundan dolayıdır. Çünkü zorlanarak mal veren kimseye cömert denmez veya kızdığı zaman kendini zor zapteden kimseye halim (yumuşak) bir insandır denemez. Bu husûsta dört mes’ele vardır. Biri; iyi ve kötü işler. İkincisi; iyi işleri yapmağa, kötü işlerden sakınmağa güç yetirmek. Üçüncüsü; iyiyi, kötüyü, güzeli, çirkini, bilmek. Dördüncüsü; nefste yerleşen bir hâl (hey’et) ile güzele veya çirkine meyl edip, bunlardan birini yapmağı kolaylaştırmaktır. Ahlâk, sâdece işten ibâret değildir. Nice kimseler vardır ki, cömert oldukları hâlde fakirlik sebebiyle veya başka bir sebeple infâk edemezler. Nice cimriler de vardır ki, gösteriş için veya başka bir sebeple mal verirler. Ahlâk, iş yapacak kuvvetten de ibâret değildir. Çünkü kuvvetle, cimrilik de, cömertlik de yapılabilir. Yaradılışta her insan vermeye ve vermemeye istidatlıdır. Bunun her ikisini de yapmaya kuvveti vardır. Bu kuvvet, cimrilik veya cömertlik ahlâkını gerektirmez. Ahlâk, bilmekten de ibâret değildir. Çünkü hem güzel, hem de çirkin bilinebilir. Bilmek her ikisi ile de alâkalıdır.

O hâlde ahlâk, dördüncü bir ma’nâdan ibârettir. Bu da bir hâl ve bir durumdur ki, nefs bununla cimrilik veya cömertlik gibi işlerin meydana çıkmasına hazırlanır, öyleyse ahlâk, nefisin hâlinden ve batınî sûretinden ibârettir. Dış görünüşün güzel olması için, sâdece bir a’zânın güzel olmasının yetmeyip, bütün a’zâların güzel ve uygun olması gerekir. Bunun gibi yukarıda sayılan dört husûsun hepsi birbirine uygun ve ölçülü olur ve hepsi güzel olursa o zaman güzel ahlâk meydana gelir.

İyi huyların esâsı hikmet, şecaat, iffet ve adâlet olmak üzere dört tanedir. Diğerleri bunların teferruatıdır. Bu dört husûsta tam ma’nâsıyla kemâle ulaşan sâdece Resûl-i ekrem efendimizdir ( aleyhisselâm ). Bu dört husûsta insanlar Resûlullaha ne kadar yaklaşırsa, Allahü teâlâya da o derece yaklaşmış olur. Bu dört vasfı kendinde toplayan her insan, insanlar arasında itaat edilen bir hükümdâr olmaya lâyıktır. Etrâfında toplanıp, iş ve hareketlerini örnek almaya lâyık bir kimsedir. Bu dört vasıftan uzak olan kimseler ise, insanlar arasından çıkarılmaya lâyık kimselerdir. Çünkü böyle kimseler, Allahü teâlânın rahmetinden kovulup, uzaklaştırılan şeytana yaklaşmıştır.

Bu dört vasfı taşıyan insanlar mukarreb meleklere yaklaştığı için, böylelerini arayıp örnek almak lâzım olduğu gibi, diğerini, şeytana uyup ona yaklaştığı için halktan uzaklaştırmak gerekir. Nitekim Resûl-i ekrem efendimizin buyurduğu gibi, Resûl-i ekrem güzel ahlâkı tamamlamak için gönderilmiştir. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde mü’minlerin vasıflarını sayarken, bu ahlâka işâret ederek meâlen şöyle buyurdu: “Mü’minler ancak o kimseler ki, Allaha ve Resûlüne imân ettikten sonra şüpheye düşmeyip, Allah yolunda malları ile, canları ile mücâhede etmektedirler” (Hucurât-15). Kuşkusuz, şek ve şüphesiz olarak Allahü teâlâya imân etmek yakîn kuvvetidir. Aklın meyvesi ve hikmetin son noktası da budur. Mal ile cihâd, şehvet kuvvetini zapteden cömertliktir. Nefs ile mücâhede, gazâb kuvvetini akla uygun kullandıran, şecaattir. İ’tidâlin derecesini, Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle bildirmiştir: “Kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise merhametli olurlar” (Fetih-29). Burada, yerine göre şiddet, yerine göre de merhamet gösterilebileceği işâret buyurulmuştur. Dâima şiddetli veya dâima merhametli olmak olgunluk değildir.

 

Asıl olgunluk, merhameti de şiddeti de yerinde kullanmaktır, işte ahlâkın ma’nası, güzelliği, çirkinliği, kısımları, meyveleri ve kolları bunlardır. Bu izahlardan anlaşıldı ki, güzel ahlâk; akıl kuvvetinin, gadab ve şehvet kuvvetlerinin mu’tedil olup, dine ve akla uygun olmalarına bağlıdır.

Güzel ahlâk, ba’zan fıtrat ve tabiat ile, ba’zan iyi işleri yapmayı âdet hâline getirmekle, ba’zan da sâlih kimselerle, iyi insanlarla beraber olmakla elde edilir, insan tabiatı, arkadaşının hem iyiliğini hem de kötülüğünü alır. Bu bakımdan, sâlih kimseler ile sohbet ahlâkın düzelmesine vesiledir. Kötü kimselerle beraber bulunan ve kötülüğü âdet hâline getiren kimse ise Allahü teâlâdan uzaktır. Bu ikisinin arasında çeşitli dereceler vardır. Sıfat ve hâller neyi gerektiriyorsa, dereceleri de odur. Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Zerre kadar iyilik eden mükâfatını, zerre kadar kötülük eden de cezasını görür” (Zilzal-7, 8) ve “Allah onlara zulmetmedi, fakat onlar kendilerine zulmeder oldular” buyuruldu (Nahl-33).

 

Bedenin her uzvu, kendine mahsûs belli bir iş için yaratılmıştır. Hastalığı ise, hangi iş için yaratılmışsa o işi yapamamasıdır. Meselâ, elin hastalığı tutamamak, gözün hastalığı görememek gibi şeylerdir. Bunun gibi kalbin hastalığı da, hangi iş için yaratılmışsa onu yapamamasıdır. Kalbin yaratılma sebebi; ilim, hikmet, ma’rifet, Allah sevgisi, ibâdet, Allahü teâlâyı zikrden lezzet duymak, Allahü teâlânın sevgisini bütün sevgilerden üstün tutmak, bütün nefsânî isteklerine, şehevî arzularına karşı Allahü teâlâdan yardım dilemektir.

Hakka kavuşamayan, Hak yolunda gitmediği için kavuşamaz. Hak yolda gitmeyen, istemediği için gitmez, istemeyen de, bilmediği için istemez. Böyle kimsenin îmânı da tam değildir. Dünyânın zulmet, birkaç günlük ve fânî olduğunu, âhıretin ise saadet ve ebedî olduğunu bilince, âhıret için hazırlanmak, azık toplama arzusu kendiliğinden doğar. Bu arzuya kavuşan kimseye, kıymetli birşey için ehemmiyetsiz birşeyi vermek zor gelmez. Çünkü bugün topraktan bir saksıyı verip, yarın karşılığında altın bir kupa almak herkese kolay gelir. O hâlde insanların bütün kusurlarının sebebi, îmân zayıflığıdır... Hak yolda (din yolunda) ilerleyene en önce lâzım olan şey, şartları yerine getirmek, sonra bunlara sıkı sarılmak ve sonra da etrâfını surlarla çevirip kale gibi olmak lâzımdır. Bunun şartları şunlardır:

1. Kendisi ile Allahü teâlâ arasındaki perdeyi kaldırması lâzımdır. Böylece âyet-i kerîmede meâlen; “Önlerine ve arkalarına perde koyduk” (Yâsîn-9) buyurulanlardan olmaz. Perde dört çeşittir. Bunlar; mal, mevki, mücâdele ve münâkaşa, ma’siyettir.

 

Malın perde olması; kalbi meşgûl etmesidir. Hâlbuki kalb, Allahü teâlâdan başka herşeyi terk etmedikçe ilerleme olmaz. O hâlde malı aradan kaldırmak lâzımdır. Ancak kalbi meşgûl etmeyecek kadar, ihtiyâç miktarı almak perde olmaz. Mevki ve makamın perde olmasından kurtulmak, bunları istememekle olur. İnsan meşhûr olunca, insanlarla olmaktan, kabûl görmekten lezzet alır.

Mücâdele ve münâkaşanın perde olması: Bu, kalbde başka birşeye yer bırakmaz. Bunların hepsini unutmak lâzımdır. “La ilâhe illallah” kelimesinin ma’nâsına imân etmelidir. Bunun ma’nâsı, Allahtan başka ibâdet edecek hiçbir ma’bûd yok demektir. Arzu ve istekleri ağır basan kimsenin ma’bûdu, arzu ve istekleri olur. O halde işlerin keşfini münâkaşa ve mücâdelede değil, mücâhedede aramak gerekir.

Ma’siyetin, günahların perde olması: Günah işleyenin kalbi kararmış olur. Hakkı nasıl görebilir? Bilhassa, haram yemek kalbi tam karartır. Helâl yemek kadar kalbi nurlandıran birşey yoktur, işin esâsı haram yemekten sakınmaktır. Helâlden başka şey yememelidir. Bu perdeleri aradan kaldıran kimse, namaz kılmak için abdest alan kimseye benzer. Onun namaz kılmak için uyacağı bir İmâma ihtiyâcı vardır. Perdeleri kaldıran kimsenin de bir rehbere ihtiyâcı vardır. (Bu rehber, İslâm âlimleridir.)

Çocuk terbiyesi: Bil ki çocuk, ana-baba elinde bir emânettir. Kalbi kıymetli bir cevher gibi temizdir. Mum gibi her şekli alabilir. Bütün yazı ve şekillerden uzaktır. Temiz bir toprak gibi olup, hangi tohum atılırsa, yetişir, iyilik tohumu ekilirse, din ve dünyâ saadetine kavuşur. Annesi, babası ve hocası sevâbında ortak olur. Şayet fesat tohumu atılırsa, helak olur, annesi, babası ve hocası da günahına ortak olur.

 

Nitekim Allahü teâlâ meâlen: “Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu ateşten koruyunuz” buyuruyor. (Tahrîm-6). Çocuğu Cehennem ateşinden kurtarmak dünyâ ateşinden korumaktan mühimdir. Çocuğu korumak demek, onu terbiye etmek ve ona iyi ahlâkı öğretmekle ve kötü arkadaştan korumakla olur. Çünkü bütün kötülüklerin başı fenâ arkadaştır. Çocuğu süslü elbiselere ve tatlı yemeklere alıştırmamalıdır. Sonra bunlardan ayrılamaz. Bütün ömrünü bunlara kavuşmağa sarfeder. Daha başlangıçta temiz olmasına dikkat etmelidir. Ona helâl süt vermeli, süt veren iyi huylu ve helâl lokma yiyici olmalıdır. Zira kötü huylar sütle anadan geçer. Haramdan meydana gelen süt ise temiz olmaz. Çocuğun eti ve derisi o haramdan olursa, tabiatı buna yakın olur ve bülûğa erdikten sonra, meydana çıkar. Dili açılmaya başlayınca ilk sözü Allah olmalıdır. Bunu sık sık çocuğa söylemeli, söyletmelidir. Ba’zı şeylerden utanmaya, haya etmeye başlarsa, bu iyi bir müjdedir ve akıl nûrunun kendisine geldiği kimsenin, utanmayı kendine muhafız yapmasına işârettir. Çünkü, kendisine çirkin gelen her şeyden haya eder.

 

İlk meydana gelen şey yeme arzusudur. O hâlde yemek yemenin edeblerini öğretmek lâzımdır. Meselâ sağ el ile yemeye alıştırmak. Bismillah demek, acele yememek, çok yememek, iyice çiğnemek, başkasının lokmasına bakmamak, bir lokmayı yutmadan diğerini eline almamak, arasıra yalnız ekmek verip hep iyi yemeğe alıştırmamak, çok yemeyi gözünde ayıb göstermek, bunu hayvanlar ve akılsızlar yapar diye söylemek, çok yiyen çocukları kendi çocuğuna ayıblamak, lâzımdır. Çocuk hamd etmeyi edeble söylerse, övünmemeye alışır ve öyle olur.

Kötü arkadaştan çocuğu korumalıdır. Korunmayan çocuklar, küstah yalancı, hırsız, saygısız ve korkusuz olurlar. Uzun yıllar bu sıfatlardan ayrılamazlar.

Mektebe verince, Kur’ân-ı kerîm öğretmeli, sonra zâhidlerin, evliyânın hikâye ve hâllerini, Sahâbe-i Kirâmın ve geçmiş büyüklerin güzel ahlâkını anlatmalıdır.

Çocuk iyi iş yapınca ve çocukta iyi huy görünce, o işinden ve ahlâkından dolayı onu övmeli, aferin demeli, sevindirecek birşey vermeli, insanların yanında onu övmelidir. Bir kusur işlerse veya kötü söz söylerse, bir iki defa görmemezlikten gelmeli, sık sık azarlamamalıdır. Sık sık azarlanırsa, cesâretlenir, gizli yaptığını açıkça yapmaya başlar. Kızacaksa, bir defa ona kızmalı, korkutmalıdır ve: “Sakın bu hareketini kimse görmesin ve bilmesin, insanlar arasında rezil, rüsvâ olursun. Sana kimse arka çıkmaz!” demelidir.

Baba, baba olduğunu, büyük olduğunu hissettirmelidir. Anne, çocuğu baba ile korkutmalıdır. Gündüz uyutmamalıdır. Zîrâ gevşek olur. Yumuşak yatakta yatırmamalıdır. Böylece bedeni kuvvetli olur. Her gün bir saat oynamasına müsâade etmelidir.

Terbiyeli olur ve sıkılmaz. Sıkılmak ve üzülmekten kötü huy peyda eder ve kalbi kör olur. Herkese karşı alçak gönüllü olmasını öğretmelidir. Çocuklar arasında övünmemeli, kendini medhetmemelidir. Çocuklardan birşey aldırmamalıdır. Bilâkis onlara vermelidir. Çocuğa, başkalarından birşey almak, dilencilerin ve sokak çocuklarının işidir, demelidir. Bir kimseden para almasına müsâade etmemelidir. Bu, helakine sebeb olur ve onu kötü işlere düşürür. Çocuğa tükürüğünü ve sümüğünü, yere atmamasını, arkasını insanlara dönmemesini, edeble oturmasını, elini çenesine dayamamasını öğretmelidir. Zira bu, tenbellik ve gevşeklik alâmetidir. Fazla konuşmamasını, kat’iyyen yemîn etmemesini, sorulmadan konuşmamasını, kendinden büyüğüne saygı göstermesini ve onun önünden yürümemesini, dilini kötü söz, sövme ve la’netten korumasını öğretmelidir.

Hoca kendisini dövünce, feryâd etmemesini, bağırmamasını söylemelidir, iltimas ettirmeli, sabretmeyi öğretmelidir.

Yedi yaşında olunca, tatlı ve kolay bir ifâde ile namaz ve abdesti ona öğretmelidir. On yaşına gelince, namaz kılmazsa, kızarak, döverek kıldırmalıdır. Başkasının malını çalmayı, haram yemeyi, yalan söylemeyi gözünde çirkin gösterecek şekilde anlatmalıdır. Dâima böyle kötülükler yapmış olanlardan bahsetmelidir. Böyle yetiştirip sonra bülûğa erince, bu edeblerin sırlarını, inceliklerini ona söylemelidir. Meselâ yemekten maksat, kulun Allahü teâlâya ibâdet etmesi için lâzım olan kuvvet ve gıdayı almaktır. Dünyâdan maksat, âhıret için azık toplamaktır. Zira kimseye kalmaz, ölüm çabuk ve ansızın gelir. Ne bahtiyardır o kimse ki, dünyâda iken âhıret azığını elde eder. Cennete ve Allahü teâlânın rızâsına kavuşur demelidir.

Cennet ve Cehennem hâllerini ve sıfatlarını çocuğa anlatmalı, işlerdeki sevâb ve ikabı bildirmelidir. Küçük yaşında böyle terbiye ederse, taş üzerindeki yazı gibi olur. Sonra yapılırsa duvardaki toprak ve sıva gibi dökülür.

Sehl-i Tüsterî ( radıyallahü anh ) şöyle anlatmıştır: “Üç yaşında idim. Dayım Muhammed bin Suvâr gece namazı kılarken ona bakardım. “Ey oğul, seni yaratan Rabbini anmaz mısın?” dedi. Nasıl anayım? dedim. Gece yatağa girince, dil ile değil, kalb ile üç defa de ki, Allah benimledir. Allahü teâlâ dâima beni işitiyor. Allahü teâlâ beni görüyor. Birkaç gece dediği şekilde yaptım. Sonra her gece yedi kere söyle dedi. Öyle yaptım. Bir müddet sonra, bunun tatlılığını kalbimde buldum. Bir sene geçince: “Sana söylediklerimi ömrün boyunca unutma Seni kabre koyuncaya kadar devam eyle. Çünkü bunlar bu dünyâda da, âhırette de senin dayanağın ve elinden tutucu olurlar” dedi. Birkaç sene devam eyledim. Kalbimdeki tatlılık arttı. Birgün dayım bana: “Allahü teâlâ kiminle olursa, kimi işitir ve kimi görürse, o kimse günah işlemez. Sakın günah işleme. Allahü teâlâ seni görüyor” dedi. Sonra beni hocaya gönderdi. Kalbim dağınık oldu. Her gün bir saatten fazla göndermeyin dedim. Kur’ân-ı kerîmi öğrendim. O zaman yedi yaşında idim. On yaşına gelince dâima oruç tutar, arpa ekmeği yerdim. Oniki yaşıma kadar böyle devam ettim. Onüç yaşında iken kalbime bir mes’ele geldi. Sormak için beni Basra’ya gönderin, dedim. Gittim ve bütün âlimlere sordum, çözemediler. Hûzistan’da bir kimseye gitmemi söylediler. Oraya gittim. O çözdü. Bir müddet onun yanında kaldım. Sonra Tüster’e geldim. Arpa ekmeği aldım. Oruç tuttum ve orucumu onunla açtım. Daha fazla yemedim. Bir sene, hergün bir arpa ekmeği ile geçindim. Sonra üç gün üç gece hiçbir şey yemeyeyim dedim. Bunu yapınca, beş gün beş geceye çıkardım. Sonra yediye çıkardım. Böylece tedricen, artıra artıra yirmibeş gün ve geceye çıkardım ve hiçbir şey yemedim. Yirmi beş sene böyle devam ettim. Her gece de sabahlara kadar namaz kılardım.” Bu hikâyeyi anlatmamızın sebebi, büyük işlerin tohumunun küçüklükte ekildiğini göstermektir.

ehlisunnetbuyukleri.com Sitesinden Alıntıdır.

Yorumlar

  1. KAYITLI YORUM BULUNAMADI

( Sizin Görüş ve Önerileriniz Bizim İçin Çok Önemlidir O Sebeple Yorumlarınızı Bizden Esirgemeyiniz )
Yorum Yaz